Küllenen Yanımız, Sevmek

"...Sevmek; yalanın kirlettiği bir yüreği, yağmur sularıyla yıkamak, sonra da içtenliğin rüzgarlarıyla durulayıp iğde kokularına sarmaktır..." diyor şair Şükrü Erbaş, "İnsanın Acısını İnsan Alır" adlı eserinde.
Usulca kapatıyorsunuz kitabı. Perdeyi hafiften aralayıp, gökte bulut avına çıkıyor gözleriniz. Nede olsa sevmeye hazırsınız. Ve yağmur sesi duygularınızın fon muziği olmuş ömrünüz boyunca... Ama bugun Hep-ıslak-ülke de yağmur yok!
Dövülmüş demirler gibi çalışmaktan yorgunsunuz. Yüreğinizin tam ortasında otlamaktan semirmiş bir manda yatmakta...Beyninizin kıvrımlarında uzun kuyruklu tilkilerden çok, çengelleri birbirine geçmiş trencilik oynayan soru işaretleri düşünce raylarınızda "çuff...çuffff...çuffffff!...." dolaşmakta.
Çocukluğunuz, bugün durmadan olgunluğunuza, pörsümüşlüğünüze çelme atıyor. Bununlada yetinmeyip dil çıkartıp: "Bııırrrrrr!..." yapıyor. O afacanlığınız ki; hayatın akıntısına paralel kireçlenen yüreğinizi öyle ya da yermeğe;
onu "tuş"a getirmeye çalışıyor. Ve nihayetinde içinizdeki afacan çocuğa yenildiniz...
Çizgi-filmleri çok seviyorsunuz. Ama en çok da Redkit’i. Ağzındaki saman çöpüyle adeta büyük sigara tekellerine meydan okuyor. Televizyonda durmadan çocuk programı arıyorsunuz ve sevdiğiniz ikili karşınızda: Edi ile Büdü
EDİ : Büdü, senin en sevdiğin sayı kaç?
BÜDÜ :Altı...
EDİ : Ama bir insanın sevdiği sayı altı olamaz ki?
BÜDÜ :Neden olmazmış?
EDİ :Bak bir başımız var, bir burnumuz var, her şey birle başlar. İki elimiz, iki gözümüz, iki bacağımız var. Altının hiç bir özelliği yok Büdü.
BÜDÜ :Olsun yine de en çok "Altı"yı seviyorum ben.
EDİ :Ama bir yılda dört mevsim var, bir elimizde beş parmak, bir hafta da yedi gün var Altı nın hiç bir ama hiç bir özelliği yok.
BÜDÜ : Olsun yine de en çok sevdiğim sayı Altı...
(susam sokağı)
Büdü’nün altıyı Don kişot kararlığıyla sevmesi, sizi Sanşo Panso gibi sevindirir. Bir kere hak verdiniz ya Büdü’nün bu karalı tutumuna, onu daha da cesaretlendirmek için NAZIM'ı çağırırsınız yardıma:
(...Bilirim, hele bir düşmeye gör hasretin halisine,
hele bir de tam okka dört yüz dirhemse yürek, yolu yok, Don Kişot’um benim, yolu yok yel değirmenleriyle dövüşülecek...)
Susam sokağı da bitti. İçinizdeki çocuk bir türlü susmayı bilmiyor... Edi'nin sıcaklığını hiç bir programda bulamıyorsunuz. Bu defa da gözlerinin çizgi-film arıyor, ama bulamıyorsunuz, nafile!
Kanal(izasyon)dan kanal(izasyona)a “zap-zıp”layıp duruyorsunuz ama nerede o eski Şirinler, Mickey Mause çizgi filmleri ortalıkta çirkinlik saçan robot filmleri, geleceğe göndermeler yapıp savaşların, öldürmelerin kaçınılmazlığını çocuk beyinlere işleyen kusmuk çizgi-filmler... Kanlı-canlı “reality show"lar başlıyor. Kolu bacağı bir yerlere savrulmuş can çekişen insanları, daha çok seyirci çekmek adına ekrana getiriyorlar...
Korku içinizdeki çocuğu kemirmeye başlıyor. Yılışık spikerlerin sesinden tiksinmeye başlıyorsunuz. Bıktınız ya bu curcunadan, hemen Türkiye’ye yönelik çanak anteninizin sifonunu çekiyorsunuz...
İçinde bulunduğunuz ülkenin kanallarını seyretmeye başlıyorsunuz bu sefer. Görüntüde renk, dil değişiklik gösterse de içerikler örtüşüyor.
Seks kulüplerinin adeta reklamı programlar ve kadınların "obje"leştirilip aksesuarlaştırıldığı görüntüler.Televizyonunuzu tiksintiyle kapatırken öğretmeninizin sözü geliyor aklınıza:
"Eskiden eşekleri kazıklara bağlarlardı oğlum; şimdi de insanları televizyona bağlıyorlar!"
Alfabelik çocukluğunuz, bu kargaşayı; insana dayatılan kokuşmuşluğu, çürümüşlüğün kaynağını dile getiren Danimarkalı şair Vagn Steen'i içtenlikle selamlıyor:
$ KAPİTALİST $
$Kapitalist toplum $
$Her şeyi $ parayla$ ölçer$
$sermaye sahiplenir $ her hizmeti $
$Her şeyde $ parasal bir karsılık $ aranır $
$ Her şeyin $ parasal anlamı $ bulunur $
En sevdiğiniz kitabın kapağını belleğinizin üzerine çekerek, içten içe küllenen sevgiyi didikleyip sorgulamaya başlıyorsunuz.
Durmadan çıkan savaşlarla yaralar alan yaşlı dünya, kapitalizmin iyice yerleşmesiyle birlikte buna koşut, yoğun çalışma temposu ve insan bilincinin dumura uğratılmasının, boş zaman kavramının tamamıyla medya aracılığıyla manüpüle edilmesinin sürecini de başlattı.
Aşka ayıracak zamanı olmayan insanlar televizyonlarda, sinemalarda üretilmiş sun'i Amerikan aşk filmlerini, Love story pembe dizileri izleyerek, aşka dair görüntüler, sevgiliye söylenmiş o, önemli anların, sözlerini ezberlemeye
başladılar. Ancak hayat o filmlerdeki gibi toz pembe olmayıp senaryolarla, görüntülerle bire bir örtüşmüyordu.
Egemen gerici kültürün bombardımanın, günlük hayattaki yansıması, tam kapitalist zihniyetle örtüştü. Dünyanın giderek çirkinleştiği, gemisini kurtaranın kaptan olduğu, toplumun belleğine öylesine yerleştirildi ki, insani değerlerin erozyona, aşınmaya uğraması kaçınılmaz oldu. Çocuklara sevmeyi değil, kazanmayı ögretti, yaşamın sevgiden değil, kaba kuvvetten geçtiği öğretildi. Böylelikle açıkgöz, herkesi kazıklayıp sonunda padişahın kızını alan keloğlan masalıyla büyüyen çocukların kişilik şekillenmeleri de Tarkan’ın kıçıyla çizdiği dairenin bir ucunda başlayıp öbür ucunda uyuşturucu kullanmak, otomat oynamak alışkanlığıyla birleşti. Pilaka taşır gibi marka taşıyan bununla bütünleşmeyi, kişiliğinin bir parçası haline getirmeyi yaşam biçimi haline dönüştüren, durmadan birbirini Cekss! türü takma adlarla çağıran garip bir gençlik ortaya çıktı.
Çıkmaza düşen insanoğlu kendini tatmin edecek bireysel alanlar keşfetmeye başladı. HİT'ler yaratıp onunla yazışmayı, onunla yatıp kalkmayı bir ibadet biçimi olarak yaşamına soktu. Ama günlük bire bir ilişki yaşadığı insanlara, yakınlarına hatta sevgilisine bile sevdiğini anlatamadı. Öbür tarafta televizyonlarda aşk üzerine demeçler veren uzmanlar türedi. Oysa aşk konuşulmaz yaşanır, hissedilirdi. Bu kadar konuşulmanın sebebi, 14 şubat aşk pazarının artık kar getirilir bir alan olarak sistemin gündemine girmiş olmasıyla açıklanabilirdi. kapitalistler, kültür endüstrisinin profesyonelleri aşkın çıkıp gittiğini gördüler. Dolayısıyla mala talep arttı. Bu talep bir şekilde karşılanmalı, aşk profesörleriyle ile aşk üzerine bazı paneller ve konuşmalarla, sevgililer gününde burjuvazi kendine iyi bir yatırım alanı buldu. Olmayan bir şey karaborsa da iyi para ederdi ne de olsa.
Öbür tarafta flörtü fuhuş olarak görenleri seçip meclise gönderen bir toplumun parçası olduğumuzu unutmayacak olursak, aşkı yaşamayı bildiğimizi söyleyemeyiz. İçinde yaşadığımız bizi durmadan aşağılayan, insani değerlerimizi alt-üst eden toplumsal çarpıklıklara sesimiz çıkmaz ama, kıyıda köşede öpüşen bir çifte karşı polis yanımız bir hindi gibi kabarıverdi.
İnsanları sevmenin, sevmenin formülü coca- cola nın formülü gibi saklandı. Sevgiliye gül göndermek alay konusu olurken, namus adına karısını kursunlayanlar mahpushanelerde koğuş ağası konumuna geldiler. Çete kurup uyuşturucu kaçakçılığından tutun da, sömürücü emperyalist güçlere karşı, ülkenin bağımsızlığını savunan, halkın ilerici kesimlerini, aydınlarını öldürenler, kahraman ilan edildi.Televizyonda hayatları dizi yapılarak pislikleri halk nezdinde onandı.
Öbür tarafta sevgilisi uğruna kendisini köprüden atanlar, zorla akraba evlilikleri yaptırılarak kurban edilen gençler ve bu anne-baba feodallığına karşı çıkanlar aşağılandı. Aşk yatak ile cüzdan arasına iliştirildi...Bir gecelik aşk adında filmler çekilerek, piyasaya sürüldü. Mc Donalds'a gidip Hamburger yer gibi, çabucak yaşanılıp tüketilmeye başlandı aşklar. Masalda olsa hayalleri süsleyen prens, prensesler ortalıkta kayboldu. Beyaz atlar sucuk yapıldı, potansiyel züğürt prens ve prensesler var olan ekonomik krizlerin faturasını ödemek adına gurbete çöpçülüğe çıktılar, ağızlarına de lobicilerin, gerici derneklerle beraber bestelediği "Biz eskiden buraları fethedecek güçteydik" züğürt tesellisi tutuşturarak, o ezilmişlikten doğacak tepkiyi gericiliğin hesap numarasına dahil etmeye çalıştılar.
Leyla ile mecnun, Ferhat ile şirin tarihte yaşamış, komik ve naif aşıklar olarak anılmaya başlandı. Artık samanlık seyran olmuyordu. Mesele, beş yıldızlı otellerin ödenebilirliğinde yatıyordu. Ağaçlara çizilmiş acemi kalp resimlerinin ortasında duygu simgeli aşkların yerine; dolar($)işareti çiziliyordu artık. Herkes dengini arıyor. Bu denklikte geçer bir ölçüt var, o da; PARA!
İnsanın insan üzerindeki eğemenliği altında, insanın insana olan aşkının özgür, eşit ve çıkarsız olabilmesinin günümüz toplumunda koşulları var mıdır?
Bu konuda bilimsel sosyalizmin kurucusu Marks"ın sözleri en kapsamlı cevap olacaktır.
"Para insanoğlunun yabancılaşma yeteneğidir. O halde, para, kendi bir benliği olduğu düşünülen bireyin ve toplumsal bağların, karşısına bir bozucu güç olarak çıkar. Sadakati sadakatsizliğe, sevgiyi nefrete, nefreti sevgiye, erdemi kötülüğe, kötülüğü erdeme, köleyi efendiye, efendiyi köleye, aptallığı akla, aklı aptallığa çevirir. Varolan ve etkin değer kavramı olarak para, her şeyi değiştirip bozduğuna göre, her şeyin genel olarak değişip bozuluşu(dünyanın tersine dönüşü) tüm insani niteliklerin değişip bozuluşudur.(...)"
Böylelikle günümüz evlilikleri, sevgiden çok, bir geçim kapısı olarak işlevini sürdürüyor. Uzatmalı pasaport naylon evlilikleri, kendini onaylatacak bir zemini de, onun ahlakını da yaratarak, kutsanacak bir duruma geldi artık. insanlar kendi yaşamımı iyi sürdürmek adına başkalarını buna hizmet eden birer araç olarak görmekten, hiçte utanmıyor artık. Dünya gidişatının hep dar gelirli insan aleyhine olması, zenginler ve fakirler arasında ki gelir dağılımının giderek büyümesiyle beraber; düşük ücret, işsizlik korkusu, mücadele sonucu elde edilmiş sosyal hakların budanması ve bunların insanlar üzerindeki kabusu, bütün bunları besleyen nedenler arasında yer aldı.
Hem sınıfsal hem de kadın olmanın getirdiği, toplumda çifte sömürüyle beraber köşeye sıkıştırılan kadın, cinselliğini, erkeklere karşı bir tuzak olarak kullanmakta buldu. Ve kendisini silikonun doğal bir uzantısı gibi algılamaya başladı. Dış görünüşün ön planda yer almasıyla birlikte kozmetik sanayisinde ki karlar katlandı. Baldır-bacak göstermek rağbet gördü. Oysa kadının da insan olduğu; bir kişilik taşıyabileceği bütün bu metalaştırılan görüntülerle beraber adeta üstü kapatıldı. Evet, daha da genişletebileceğimiz olumsuzluklar ve kapitalist toplumdaki manzaralardı bunlar.
İnsanın doğaya ve ürettiğine yabancılaşmasının en üst boyutta yaşandığı ve her türlü insani ilişkiye paranın gölgesinin düştüğü bir sistem olan kapitalizm de aşkın özgür, eşit ve geliştirici olabilmesinin koşulları yoktur. Aslında mutlu aşk yoktur, şiiriyle ünlenen Aragon, bu dengesiz sömürü sistemi içerisinde sevenlerin mutsuzluğunu anlatır. Mutlu aşkın tarihinin yazılması için bu yozlaşmış sistemin alt edilmesi gerekiyor. "İşte o zaman umarım gelecek günler kadın-erkek çiftine mutluluk taşır" diyen Aragon’un temennisi gerçeğe dönüşecektir.
"İnsanın, insan olduğu ve dünya ile ilişkisinin de insani bir ilişki olduğunu düşünelim: o zaman sevgiyi ancak sevgiyle, güveni ancak güvenle vs. değiştirebilir insan. Karşılığında bir sevgi uyandırmadan seviyorsan eğer, yani senin sevmen karşılıklı olarak sevme uyandırmıyorsa; seven bir kişi olarak kendini sevilen bir kişi durumuna getiremiyorsan, o zaman senin sevgin güçsüzdür, bir talihsizliktir(Marks)!
İçinizdeki çocuk sesleniyor: Oysa sevmek; "Aktı yüreğim de bir başka yüreğin kanı "diyebilmektir, Paul Eluard gibi. Oysa sevmek; Yarin yanağından gayri her şeyde ortak olmanın adıdır. "Seviyorum seni ekmeği tuza banıp yer gibi" diyebilmenin NAZIM'ca onurunu taşıyabilmektir....
Kerem Hikmet