Kızıldere'ye Doğru
Yoldaşlarını birer birer kalbine gömer Mahir.
Bilir ki artık attığı her adım bu ülkenin
kaderine damgasını basacaktır.
Bilir ki
en çetin kuşatmalar savaşılarak yarılır.
Bilir ki namusun, onurun, erdemin ve devrimin kitabında başlanan isi yarım bırakmak, yorulmak, tereddüt etmek yoktur. Hem nasıl tereddüt edebilir ki;
ON’lar değil midir en sevdiklerini bu çok sevdiği vatan topraklarına bir tohum gibi saçan,
ON’lar değil midir bu ülkeden işgalcilerin ayak izleri silininceye kadar savaşa ant içen,
ON’lar gözlerini budaktan esirgememiştir bir kez bile.
Bütün saldırılara karşı dimdik ayakta kalmış, boyun eğmemiş, gerilememişlerdi. Ya özgürlüğü kucaklayacaklar ya da bu topraklara bedenleriyle ekeceklerdi özgürlük tohumlarını.
Dağlara doğru yol görünmüştü gayrı.
Artık bütün yollar Karadeniz dağlarına uzanıyordu.
Adının dünyalar kadar büyüyeceğinden habersizdi hala Kızıldere. Güneş vurur, kar erir, eriyen kar damla sızardı yatağına.
Bir kez bahara döndü mü günler, köpüklenir, çağlayarak akardı nehirlere doğru. Bir kez bahara döndü mü mevsim, sabırsızlanır, coşar, kanatlanıp uçardı yamaçlardan aşağı. Her baharda daha bir kızarırdı rengi. Şimdi sabırsızlık vaktiydi Kızıldere’nin.
Sırdı sabırsızdılar Mahir’ler; Deniz’ler darağaçlarına her gün daha fazla yaklaşmaktaydılar.
Sabırsızdı düşman darağaçlarını kurmak ve Mahir’leri yok etmek için.
Sabırsızlık kervan olmuş Kızıldere’ye yürüyor.
Simdi kulağı seste, gözleri yolda Kızıldere’nin. Duyuyor ağır çamurda bata çıka ilerleyen gerillanın postal seslerini.
Mahir Çayan, Cihan Alptekin, Ömer Ayna, makarna yüklü bir kamyonun kasasında Karadeniz’e doğru yola çıktılar.
Takvim 16 Mart’ı gösteriyordu.
18 Mart aksam üzeri Ünye’ye ulaştılar. Oradan Fatsa’nın Yapraklı Köyü’ndeki Mehmet Atasoy’un evine geçtiler. Mehmet Atasoy Mahir’e Ankara’da kendilerine yardim eden etmeyen herkesin gözaltına alındığını anlattı. Operasyonlardan kurtulan kadro ve savaşçıların bir kısmı Karadeniz’de buluşacaklardı.
Bu arada Deniz’lerin idam kararları mecliste oylanmış, kabul edilmiş, dosya onay için Cumhurbaşkanı Cevdet Sunay’ın önüne konmuştu.
Bir şeyler yapmak için bekleyecek bir saniyeleri bile yoktur artık.
Hedef bu toprakları işgal eden emperyalistlerdir.
Ünye Radar Üssü’nde çalışan İngiliz teknisyenleri rehin almaya karar verirler.
26 Mart 72’de Ünye Radar Üssü’nde çalışan üç İngiliz teknisyeni kaçırırlar. Teknisyenleri kaçırdıktan sonra "Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanlığı, Parlamentosu ve Hükümetine" başlıklı bir bildiri postalarlar.
"Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanlığı, Parlamentosu ve Hükümetine:
1972’nin Türkiye’sinde tek bir yurtseverin, öncü savaşçının oligarşinin ipiyle hayatına son verilmek istenirse, bu İngiliz ajanları da halkın devrimci öncülerinin, kurşunlarıyla yok olacaklardır.
Dünya halklarının baş düşmanı Anglo-Amerikan emperyalizminin askeri örgütü olan NATO’da görevli bu İngiliz ajanlarının hayatlarına karşılık şartlarımız açıktır:
1-İnfazlar derhal duracak,
2-Hiçbir devrimci ve yurtsever asılmayacaktır.
3-En çok 48 (kırk sekiz) saat içerisinde bu konuda Türkiye radyolarından infazların durdurulduğu hakkında yayın yapılması şarttır.
Bu şartlar yerine getirilmediği taktirde, kesin olarak bu İngiliz ajanları kurşuna dizilecektir..."
(Mahir, Turhan Feyizoğlu, s. 523)
İsmet İnönü İngilizlerin kaçırılması için şöyle söyler; "Ülkemizde çalışan İngilizler ulusun şerefinin teminatı altındadır. Onları öldürmek bütün ulusu leke ve töhmet altında bırakacaktır. Böyle bir cinayete mani olmalıyız. Resmi vazifelilerin yardımcısı olarak halkımızın her ferdinin bir vatan müdafaası yapar gibi teması olanlar, teması olmayanlar kaçıranları her yerde takip etmeli, mutlaka izlerini bulmalıdır."
Emperyalizmin gönüllü uşakları emperyalizmin işgal ettiği bu topraklarda ajanların, Türkiye halkların düşmanlarının sahiplenilmesini "şereflerinin" teminatı olarak adlandırıyorlardı. Türkiye halklarını, öncülerini ihbar etmeye teşvik ediyor, bunu ev sahipliğinin bir gereği olarak göstermeye çalışıyorlardı.
İçişleri Bakanı Ferit Kubat, Jandarma Genel Komutanlığında görevli Tuğgeneral Vehbi Parlar, Ankara Merkez Komutanı Terfik Türüng Ünye’ye geldi. Bölge havadan ve karadan ablukaya alındı. Her taraf Ankara, Tokat, Amasya’dan gelen birlikler tarafından didik didik aranmaya başlandı.
Gerillalar 28 Mart’ta Kızıldere Köyü Muhtarı Emrullah Aslan’ın evine ulaştılar. Saffet Alp, Sebahattin Kurt, Ömer Ayna, Sinan Kazım Özüdogru birkaç gün önceden gelmişlerdi.Aramalar sırasında Tokat civarında üç İngiliz’in kaçırıldığı araç bulunur. Katliam çeteleri Adalılara yaklaşmaktadır.
29 Mart gecesi, Saat 23.30...
Kolluk güçleri Kızıldere Köyüne geldiler. Gün 30 Mart’a devrilmişti. Saat 05.00 civarında iki asker köy muhtarının evine yaklaştılar. Ev iki katlı kerpiç bir evdi. Üst katta nöbette bekleyen gerilla askerlerin eve yaklaştığını gördü, yoldaşlarına haber verdi.
Savaşçılar Muhtar Emrullah Aslan’a dışarı çıkmasını, askerlerin neden geldiğini öğrenmesini söylediler. Muhtar gerillalara kapısını açmıştır ama herhangi bir baskında devlet karsısında kendini nasıl aklayacağını da düşünmüştür önceden. Kim kazanırsa onun yanında yer almış olacaktır aklınca. Bunun için daha askerler gelmeden önce gerillaların evine zorla girdiğini, kendisinin korkudan onları kabul ettiğini, aslında devletin yanında ve her türlü yardıma hazır olduğunu anlatan bir mektubu hazırlamış koynunda saklamaktadır. Eğer gerillalar bu savaşı kazanırsa onlara da "bakın size kapımı açtım, ekmeğimi sizinle bölüştüm" diyecektir. Muhtar dışarı çıktı ve hain, sinsi mektubu uzattı askerlere. Devlete sığındığını, kendilerini bu "anarşistlerin" elinden kurtarmasını söyledi. Gerillalar muhtarın ihanetini gördüler. Anlamışlardı, her tarafları kuşatılmıştı şimdi. Son çarpışmaya hazırladılar üslerini...
Üst kata çıkıp çatışmak için gerekli hazırlıkları tamamladılar. Evin çatısından ateş edebilecekleri, hedeflerini belirleyebilecekleri mazgal delikleri açtılar, düşmanla kimlerin muhatap olacağını kararlaştırdılar. Alt kata barikat kurup kapıyı sağlamlaştırdılar, su ve yiyecek stoklarını gözden geçirdiler. Evet burdan sağ çıkmayacaklardı ama düşmana kolay bir zafer de tattırmayacaklardı. Her mermide düşmanı düşmanlığına pişman edecekler, her mermide akıllardan silinmeyecek bir destanın dizesini nakşedeceklerdi bu topraklara.
Tam bu sırada pis, yılışık bir sesin "çocukların arkasına sığınıyorlar" dediğini duydular. Onlar bugüne kadar hiç kimsenin arkasına sığınıp canlarını kurtarmaya çalışmamışlardı ki. Onlar en olmadık koşullarda bile kimsenin zarar görmesine izin vermemişlerdi. Hangi çocukların arkasına sığınırlardı. Birden Muhtarın torunları olduğunu hatırladılar. Muhtar giderken çocukları götürmemişti yanlarında. Öyleyse çocuklar evdeydi. Arayıp buldular ve salıverdiler çocukları. Düşman bütün gücüyle oradaydı. Polisi, ordusu, MiT’i, kontrgerillası...
Savaşın hasımları yüzyüzeydi,
Bir taraf; karanlığın bekçileri, kalabalıktılar.
Kalabalık ve çok silahlı.
Kalabalık ve korkak.
Kalabalık ve zavallı.
Bir taraf; Adalılar...
Kerpiç köy evinin içinde kuşatılmış on direnişçi.
Halkının umudu on yiğitti.
Bir taraf zalim,
Bir taraf mazlumların sesi.
Bir tarafın ellerinde Amerikan patentli silahlar, silahların soğukluğundan cesaret kazanmaya çalışıyorlar,
Diğer tarafın gücü vatanlarına duydukları aşk, halklarına duydukları bağlılık, inanç ve değerlerine duydukları güvendir.
Bir tarafın ardında zulmün zorbalığın kokuşmuş yasaları,
Bir tarafın ardında gün yüzü görmemiş halkların binlerce yıllık özlem, acı, kahır, öfke çığlıkları vardı.
O gün o saatte o kerpiç evin çatısında on adalı’dan daha güçlü, daha özgür, daha cesaretli kimse yoktur yeryüzünde. Şimdi bütün dünyanın gözü, kulağı, nabzı, nefesidir Kızıldere...
Şimdi dünyanın Türkiye’sinde devrim yapmak için yola çıkanlar yepyeni bir dünyayı yaratıyorlardı Kızıldere’nin kıyısında. Saf, temiz, duru, ak bir su gibidir beyinleri ve yürekleri. Ve emperyalizmin bütün namluları, bütün katilleri karsısında dimdik, gözlerini düşmanın gözlerine dikmiş meydan okuyorlardı. Orgeneral Semih Sancar, Terfik Türüng, Sezai Durukan, Kadri Sönmez, Nihat Erim, Ulaş’ın katili kontrgerilla şefi MIT’çi Hiram Abas, kontra Mehmet Eymür, Kuyucu Murat’ların, Beyazıd Paşa’ların 20 yy.daki cellat taslakları orada savaş halindeydiler. Kızıldere’deki savaş, emperyalizm ve bir avuç işbirlikçi sömürücü tekelci patronla, Türkiye halklarının savaşıydı.
Kan kokusu almış akbabalar gibi döneniyorlardı kerpiç evin çevresinde. Adalıların kanını istiyorlardı Dehak’ın sarayına taşımak için. Teke tek bir kavgada asla karsılarına dikilemeyecekleri devrimcilerin karşısına ancak böyle binlerce asker, polis, av köpekleri ve kalleş namluların gölgesinde dikilebiliyorlardı. Ellerindeki Arnavutköy’ün, Maltepe’nin, Nurhak’ın, Beyazit’ın, Ankara sokaklarındaki katliamların kan izleri, işkencelerde döktükleri kanların kurumamış lekeleri ile gelmişlerdi. Bir lanetliler güruhuydu düşman, yüzyılların acılarının kahrıyla lanetlenmişlerdi sonsuza kadar.
Megafonla seslendi korkunun sesi ;
-Teslim oluuuun!
Aldığı karşılıkla irkildi;
-Kimse teslim olmayacak, şartlarımızı kabul etmezseniz İngilizler vurulacak.
Zulüm sadece korkak değil alçaktır da. Aşağılık ve kişiliksizdi. Mertliğin karşısında saygı bile duyamayacak kadar kahpeydi. Yalancılık, riyakarlık damarlarına işlemişti;
-Bakın teslim olursanız hiçbir şey yapılmayacak , size söz veriyoruz.
İlk kez duymadılar bu yalanları, yine de mideleri bulandı. Seslendi Mahir;
-Teslim olmayacağız, siz kuşatmayı kaldıracaksınız. Bütün dünyanın gözü kulağı burada. Kuşatmayı kaldırmaz, şartlarımıza uymazsanız İngilizleri vuracağız.
Üstlerindeki para, kimlik, not ne varsa yaktılar. Bir duman yükseldi göğe. Düşmanın işine yarayacak tek çöp bile bırakmayacaklardı geride.
-Teslim oluuun!....
Devrimin, Türkiye Halk Kurtuluş Partisi-Cephesi’nin önderi cevapladı onları;
"BiZ BURAYA DÖNMEYE değil ÖLMEYE GELDiK!"
Bizi teslim alamayacak karanlık.
Bizi teslim alamayacak onursuzluk.
Namussuzluğa, kahpeliğe teslim olmayacağız.
Tek tek isimleriyle seslendiler düşmanlarına.
-Semih Sancar, Terfik Türüng, Mehmet Eymür, Hiram Abas!
İşlediğiniz suçların er ya da geç hesabını vereceksiniz. Vatanı satmanın, halkımızı pazarlamanın hesabını soracağız mutlaka.
Marşlar türküler yükseldi kerpiç evin çatısından.
"Gün doğdu hep uyandık
Siperlere dayandık,
Bağımsızlık uğruna da
Al kanlara boyandık.
İsçi köylü hep beraber
Faşist düzene karşı
Halk savaşı veriyoruz
Emperyalizme karşı
Yolumuz devrim yolu
Gelin kardaşlar gelin
Yurdumuzu faşist sarmış
Vurun kardaşlar vurun
Onlar bu toprakların yarattığı değerlere sarılarak gelmişlerdi Kızıldere’ye. Yüzlerce yıla yayılan Bedrettin’in, Türkmen ayaklanmalarının, efelerin, Kurtuluş Savaşı'nın, devrimin kahramanlık destanlarından çıkıp gelmişlerdi. Namusu, onuru, sadakatı, fedakarlığı bu topraklarda yazılan nice destandan öğrenip de gelmişlerdi. Onlar yoksulluk içinde, namusun en yüce değer olduğu köylerden, kasabalardan, şehirlerden gelmişlerdi. Kendilerini var eden ne varsa hepsini bu topraklardan, bu halktan almışlar, bunları Marksizm-Leninizm ile bütünleştirmişlerdi. İste bundan o kadar, gözü kara, vefakar, fedakar, cüretkardılar.
Ne uğruna yaşadıklarını bilecek,
kime kafa tutup
kime dost olacaklarını ayıracak kadar bilgeydiler.
Kimin hesabına tepelerinde dönenir bu pervaneler, kimin hesabına sıkılır bu kurşunlar, kendi bedenlerinde yok edilmeye çalışılan kimdir bilirlerdi. Kim diz çökecekti bu kavgada, kim tükenecek her kurşunda...
Helikopterler tepelerinde uçuşuyor, kurşunlar yağıyordu. Kurşuna kurşunla, teslim ol çağrılarına sloganlarla, marşlarla karşılık verdiler.
"YAŞASIN TAM BAĞIMSIZ TÜRKİYE!"
"YAŞASIN DİRENİŞİMİZ"
Kurşun sesleri arttı. Çatıyı delip geçen kurşunlar bedenlerine saplandı...
Önce Mahir düştü,
Cihan,
Ömer,
Düştüler teker teker...
Bu cehennemi çatışma içinde İngilizleri cezalandırdılar. Son nefeslerine, son kurşunlarına kadar savaşı sürdüreceklerdi...
Namlular sustuğunda kan rengine döndü Kızıldere.
Ve kan renginde akacaktı bundan böyle. Suladığı bütün topraklara onların türküsünü taşıyacaktı yanık yanık. Daha gür, daha öfkeli akacaktı nehirlere doğru.
O küçük köy, o adını pek kimsenin bilmediği Kızıldere, Türkiye devriminin en görkemli direnişinin adı olarak anılacaktı bundan böyle.
Orada on Adalıyı katledenler bu savaşın sonsuza dek bitirildiğini umuyorlardı. Ama boşunaydı hevesleri. Dere boyu açan her çiçek kan renginde açacaktı bundan böyle. Ağaçlar kan renginde, evler kan renginde. Kana kesmiş gelincikler, çatlayan tohum, filize duran dal, sürgüne uzanan kök söyle fısıldıyordu:
"BİZ BURAYA ÖLMEYE DEĞİL, ÇOĞALMAYA GELDİK!"
Kızıldere’nin suları çoğaldı. Çoğaldı Adalılar.
Her baharda Kızıldere’nin yatağından dağların basına bir uğultu yükseldi:
"BIZ BURAYA DALGA DALGA, NEHİR NEHİR TAŞMAYA GELDİK!"
Gittikçe uğultusu büyüdü Kızıldere’nin.
Uzun, yanık, yürek yakan bir türkü sardı dört yanı;
"OY DERE KIZILDERE, BÖYLE AKIŞIN NERE?.."
Akıyordu Kızıldere. Yatağı belliydi.
Suladıkça geçtiği yerleri, uyandı dağ, uyandı ağaçlar.
Çiftehavuzlara, Toroslara, Dersime, Adanaya, Ankaraya, Okmeydanına, Gaziye, Ölüm Oruçlarına, nice savaş mevzisine, direniş cephesine aktı Kızıldere. Suladığı her karış toprakta yeni bir kanal açtı kendine, yeni bir kol uzattı. Nice yiğitleri sardı kollarıyla. Her direnişte yankılanan, her direnişte bayrak açan, zılgıta duran, türküye dönen Mahir’di, Hüseyin’di, Ulaş’tı, Adalı'lardı.
On’lar ölebilirdi, savaş kurtuluşa kadardı.
Adalı Selimiye’deki hücresinde yazmıştı bunu da:
"İyi bak feodal duvar, iyi tanı beni,
Seni yerle bir edecek Ada’lıları iyi tanı.
Adam ve hemşerilerimin çoğu ne halde diye,
‘dudak bükme, utanç duvarı,
Evet adamı karanlığın suları bastı,
evet, benim gibi pek çok adalı bu çirkef suların altında ama boşuna sevinme, Ada’m batmaz, yok olmaz,
Ada’m sadece karanlık denizinde yerini değiştirdi.
Hepsi o kadar"
(www.sesim.de'den alınmıştır)